Öykü İncelemesi: Oğuz Atay - Unutulan
Başlamak da bitirmek de zor tüm hikayeleri. Nasıl sancı geldiğinde doğuyorsa insan ve ağlıyorsa açamadığı için gözlerini bir bebek; aynı şekilde ölmek de bitirmeye çalışırken bir hikayeyi, o denli hüzünlü ve zor. Herkesin hava gibi, su gibi bildiği bir cümle var ya “Bir gün ölmek için mi yaşıyoruz?” diye. Fakat kim söylemişse bu cümleyi asıl mühim olanın bir yere varmak değil, o yere varırken yaşadığımız serüvenler olduğunu unutmuş olmalı. Çünkü her birimiz bir gün öleceğimizi adımız gibi bilerek ve tam da bu yüzden, daha bir şeylerin sonu gelmeden yaşıyoruz bize bahşedilmiş hayatlarımızı. Hayat karmaşık. Bir bakmışız, bugün güldüğümüz şeyler yarın en büyük korkularımız haline gelmiş. Ve sonra, sürekli kaçırıyoruz bir şeyleri. “Yaşam dertleri” diyoruz. “Bir türlü vakit ayıramadım.” diyoruz, “Belki başka zaman.'... Cümleler böyle uzayıp giderken aslında hayatımız akıp gidiyor ve biz seyrediyoruz öylece. Oysa bu bizim filmimiz! Seyirci koltuğunda değil sahnede duruyor olmamız gerek. Özetle; yolda olmak, sanıyoruz ki yolun kendisinden daha önemli bir mesele.
Bu
öyle bir hikaye ki, her birimizin hikayeden anladıkları bambaşka,çok eşsiz ve
kendine münhasır. O yüzden bu
hikayeyi; altlarını kazıya kazıya çizdiğimiz cümlelerden alıntılar yapıp
hikayeyi okurken nerelere gittiğimiz ve neler hissettiğimizi, aynı gökyüzüne
farklı farklı baktığımız milyarlarca pencerenin birinden, kendi penceremizden
anlatacağız size.
O
halde başlayalım.
Bu yazının konusu: unutulan. Oğuz Atay'ın Unutulan'ı. Senin Unutulan'ın. Benim unuttuğumu
sandıklarım. Ve hepimizin unutmaya çalıştıkları.
Peki
neydi bu unutmakla bir türlü alıp veremediğimiz? Gizleyebilir miydik
geçmişimizi tozlu rafların arasında öylece? En derine itersek kapatabilir
miydik bütün çıkış yollarını? Yoksa unutulan olmak ölmeyi mi gerektiriyordu
bazen? Bu hikayede bunun cevabı: evet.
Hikaye, kahramanın eski kitaplarını bulmak için tavan arasına çıkıp fenerle etrafa göz atmasıyla başlıyor. Fakat bulduğu kitaplardan çok daha fazlası; aslında bulduğu şey bizzat kendisi karanlığın ortasında ve unuttuğunu sandığı geçmişi. Sonra bilinçaltında bir geziye çıkmışçasına feneri doğrultup anılarında ve duygularında geziniyor kahraman. Kendini keşfediyor sanki. Bastırdığı, eski kitaplarla birlikte tavan arasına sakladığı her türlü duygu ve düşünceleri teker teker açığa çıkıyor. Beraberinde getirdiği korku ve suçlulukla…
Bulduğu her eski eşyanın
birbirinden farklı bir anısı var ve her anı bir yas sürecini
doğuruyor kendi içinde. Fenerinin aydınlattığı her bir yerde duygudan
duyguya savruluyor.
O duygudan duyguya savrulurken biz de onunla beraber bambaşka yerlere gittik bazı cümlelerde, işte o cümlelerden birkaç tanesi:
“Neden hiç sevmediler birbirlerini?”. Neden koşulsuz şartsız birbiri için atamadı bu iki kalp?
“Aynı duvara asamam onları.” Bilirsiniz,
bazen öyle insanlar vardır ki bırak fotoğraflarını aynı duvara asmayı, kalbinin
aynı köşesinde bile taşıyamazsın onları. Çünkü ağırlık yapar biri diğerine.
“Ne kötü, ne de iyi bir
şey. Demek ki hiçbir şey.” Gerçekten hiç mi bir şey? Bir
şeylerin var olabilmesi için illa kötü ya da iyi olması mı gerekir?
“İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım”. “Gerçekten de ne kadar haklısın Atay!” demiştim bu cümleyi okuduğumda. Fakat tek farkla. Bir gün değil elbet ama bazen koca bir ömür dahi yetmiyor bir yere varabilmiş olmaya.
“Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük.” diyor kahraman bir yerde. Bir şey var biliyorum fakat anlatamıyorum ve öyle bir şey ki, bu güneşler hiç doğmayacakmışçasına karartıyor ruhumu; bir türlü söyleyemiyorum, anlamlandıramıyorum. Belki ne olduğunu dahi bilmiyorum fakat kahrediyor beni. Bir gün belki de hatırlayamayacağımız şeyler yüzünden sizce de canhıraş mahvetmiyor muyuz kendimizi?
Derken
baş karakter tavan arasında, yani bilinçaltında, ölmüş eski sevgilisini
buluyor. Fenerinin aydınlattığı yeni nokta: aşk. Bir gün sevgilisiyle
tartıştıktan sonra dışarıya çıkıp günlük hayatın karmaşasından sevgilisini
tavan arasında öylece unutmuştu. Şöyle tanımlıyordu hayatın karmaşasını da:
“Gelenler,
gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, “onun” bakımı (çocuk
gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler
yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması.”.
Başka
bir dünya olsaydı, kapitalizmin pençesinden kurtulmuş bir dünya... Belki de
hayatın karmaşasından sevgilisini unutmamış olurdu. Belki geçim sıkıntısını ya
da bir şeyler yapma telaşını dert etmezdi. Sadece O’nu düşünürdü. Ve unutmazdı
O’nu tavan arasında; karanlıkta, tozlu rafların ardında.
Peki,
eski sevgili gerçekten ölmüş müydü? Yoksa, kahramanımız
onu unutarak kalbine mi gömmüştü?
“Öyle şeyler bulup söylerdi ki,
öldüğü halde.” Kaç insanı kaybettiniz bilmiyoruz ya da
kaç insan yitip gitti hayatınızdan, ne denli acılar yaşadınız... Ama sizce de
bazen, ölüler yaşayanlardan daha canlı değil mi anılarımızda? Biz mezarda
bedenleri çürürken bile hayatta olanlardan daha canlı olduğunu gördük
kaybettiğimiz insanların. Ve eminiz
ki hepimiz başka bir zaman diliminde bir yerlerde, birbirimizden hiç haberimiz
olmadan buluştuk bu duyguda.
Hikaye,
ölen eski sevgilinin üstünde hamam böceklerinin gezmesiyle devam ediyor.
Kahramanımız, fenerle eski sevgilinin kalbine bakıyor. Ve görüyor ki hayır,
böcekler eski sevgilinin kalbini yememiş. Çünkü kahramanımız evlenmiş olmasına
rağmen hala eski sevgiliyi seviyor. Hala ona aşık. Sonra fenerle yukarıya doğru
çıkıyor. Ve ışığı yerde yatan ölünün, eski sevgilisinin beynine tutuyor.
Böcekler beyinden parçalar taşıyor. Çünkü eski sevgili bir “unutulan”. Kadın
hayatına tutunmuş ve onu unutmuş, kalbine gömmüş. Kahramanımız çok suçlu
hissediyor çünkü ölmüş sevgilisi. Ve tavan arasında bulunmayı beklerken artık
çoktan “unutulan” olmuş bile. Peki sizce, biz de bir gün birileri için unutulan
olmayacak mıyız?
Ve
son alıntı:
“Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?”
Başlamak da bitirmek de zor tüm hikayeleri.
Başlamak
da bitirmek de zor.
BEYZA KÜÇÜKKÜBRA KOCAİLİRANA KAYGUN
Yorumlar
Yorum Gönder