Başka Bir Dünyada Kadın
Öğle saatlerinde etrafımızda bir hareketlilik olurdu. Tünelin
ayak ucumuza ışık vuran kısmından kimsenin kimseyi görmediği karanlık
alanlarına doğru bir koşuşturmaca… Kimi kadın iri yarı bedenine eşlik eden tok
adımlar atıyordu, kimi de korkudan titreyen bedenini ayak seslerinde bile
gizleyemiyordu. Ben ise tüm gün elimdeki bardağın metal kısmını kavrayarak
bakışlarımı sadece tünelin grizeminine odaklıyordum.Dışarıda kadınlar için
yapılan mücadele devam ederken bize henüz 18 yaşında olmadığımız için söylenen
şeyler vardı: “Siz daha gençsiniz, daha her şeyi anlayacak ve mücadele edecek
yaşta değilsiniz. Biraz daha bekleyin.” Zamanımı
kafamdaki düşünceler ve kaygılar ile geçiriyordum.Tünellerden meydana çıkan
kadınların günden güne azalan sayılarını sayarak ve mücadele etmeyi bekleyerek
tükeniyordum. Tükeniyorduk…
Önce mesleklerimizi elimizden almaya başladılar. Çünkü kadınlar
en iyi evlerinde çalışırdı. En iyi eğitimi babaları veya kocaları verirdi, en
iyi eğitim ise her zaman ev işleri ve bir erkeğin nasıl mutlu edileceği ile
ilgiliydi. Biz kadınlar için yaşamak ve var olmak günden güne zorlaşmıştı.
Nasıl göründüğümüzün, nasıl davrandığımızın, neye inandığımızın hiçbir önemi
yoktu. Kadın olmak yetiyordu. Aldığımız ve alacağımız her nefes için mücadele
etmek zorunda kalıyorduk.Önümüzdeki seçenekler ise oldukça az ve basitti: Ya
bir kadın olarak onların istediği gibi yaşayacaktık ya da bir kadın olarak
nasıl yaşanacağını onlara öğretecektik.
Hayatım böyle başlamamıştı tabii ki. Bir anne ve babanın
kucağına doğdum ben. Şimdilerde erkek bir bebek ise sadece babasını
görebiliyordu. Kız bebeğin, babasını bile görüp göremeyeceği ailesinin ne kadar
köklü olduğuna bağlıydı. Çok erken yaşta, bir annenin en büyük korkusunun kız
çocuğuna iyi bir hayat veremeyecek olması olduğunu öğrendim. Dün gibi hatırlarım,
babam çoğu zaman eve sıkıntı ile döner ve annem ile uzun uzun konuşurdu.Konuşmanın
sonunda annem endişeli gözler ile bize bakardı ve o anlarda derdim ki “Keşke
erkek olsaydım, belki annem üzülmezdi.”. Ama annem hep üzgündü.
Yemek saatinin geldiğini haber veren konserve sesleri
beni tünelin içindeki hayata tekrar çekmişti. Oturduğum zeminin daha da
soğumasından ve mazgallardan gelen ışığın kaybolmasından akşam olduğunu
anlıyorduk. Zaman kavramı yoktu bizim için. Zaman kavramı sadece yaşayanlar
içindi. Bana doğru uzatılan konserveyi almak için uzandığımda karşımda oturan
ve bugün 18 yaşına basan Mirenda ile göz göze geldik. Daha geçen gün annesinin
tünele dönmeyişini çaresizce beklemişti… Kadınlar bir gün özgür bir birey
olarak yaşama umudu ile toplandıkları tünellerine dönememişlerdi. Tıpkı geçen
ay annemin dönemediği gibi… Diğerlerinin hapishanesinde, yaşamanın nasıl bir şey
olduğunu unutuyorlardı. Tüm gece sessizce karşılıklı oturmuştuk. Ne o tek bir
kelime etmişti ne de ben. Acımız bile normal gelmeye başlamıştı. Sadece
bakışlarımız arada buluşuyor, sessiz bir çaresizlik hikayesi anlatıyordu.
Tünelin çıplak duvarlarında uzaktan gelen birkaç ayak
sesi yankılandı. Yemek yerken kaşığın teneke kutu ile buluştukça çıkardığı
sesler bir anda bıçak gibi kesildi ve tüm bakışlar seslerin geldiği yöne döndü.
Dört normal adım, bir sert: pat pat pat pat, güm… Tuttuğumuz nefesleri sonunda
rahatça bırakabilmiştik. Ritmik adımlar henüz yerimizin tespit edilmediğini,
gelenlerin bizlerden biri olduğunu gösteriyordu. Daha önceleri merkeze yakın
binalarda mücadeleye destek olmak için toplanılırdı. Toplantılar yapılır, tek
tek hangi eylemlerin yapılacağı planlanırdı. Ancak kısa bir süre önce içimizden
birilerinin karşı tarafa haber taşıması üzerine tek tek yakalanır olmuştu
kadınlar. Bu nedenle yaşamaya devam etmek için akla son gelecek yerlerden
birinde toplanır olmuştuk: tünellerimizde. Zaten herkes kendi hayatında da bir
tünelde değil miydi?
Gelenler her haftamücadeleden bize haber getiren muhbirlerdi.
Yanımıza gelir gelmez tanınmalarını engellemek için giydikleri kıyafetleri
çıkardılar. Direniş konusunda daha deneyimli olan kadın, konuşmaya başlamadan
önce matarasından bir yudum su içti. Sıkıntılı yüz ifadesinden ve konuşmaya
başlamasındaki tereddütten işlerin hiç de iyi gitmediğini anlayabiliyordunuz:
“Buradaki sayımızın da azalmaya başlamasından fark
ettiğiniz gibi günden güne güç kaybediyoruz. Eşitlik Birliği, merkezde de
işlerin oldukça karışık olduğunu iletti.”
Eşitlik
Birliği, isminden de anlaşılacağı üzere, cinsiyet eşitliği hakkını savunmaya
çalışan kadın ve erkeklerden oluşan bir birlikti. Merkeze sadece erkeklerin
girebilmesine izin verdikleri için birliğin merkezinde sadece erkek üyeler
olabiliyordu ve içeriden direnişimize destek olmaya çalışıyorlardı. Ancak son
zamanlarda onları da bir bahane ile uzaklaştırmaya başlamışlardı ve bu bizim
için hiç iyi bir durum oluşturmuyordu. Sesimiz gün geçtikçe azalıyordu. Kadın, bir
yudum daha su içtikten sonra devam etti:
“Yakında kısa bir ateşkes ilan edecekler, sözde anlaşmaya
varmak için bize düşünme süresi vereceklermiş.” dedi.
“Ama asıl amaçlarının doğurganlık zamanı gelen genç
kadınları, kendi bölgelerine kaçırmak için ava çıkmak olduğunu hepimiz
biliyoruz. Bu nedenle bir süre belli yaş grubundaki kızları farklı bir şehir
merkezine transfer edeceğiz.”
Bunu
söylerken gözü benim ve Mirenda’nın üzerinde dolaştı. Sinirle yumruğumu sıktım.
Çıkıp meydanlarda savaşmak için zaten 18 yaşıma kadar beklemiştim. Bir de şimdi
bunu mu bekleyecektim yani? Öfke duygusu hızla bedenime yayılmaya başladığında
gözümün önüne babamın evden yaka paça götürülüşü geldi. Kızlarının ve karısının
eğitim almasını isteyen bir erkek suçluydu, cezasını çekmeliydi. Babamı bir
daha göremedim. Ablam da suçluydu onlara göre, evlenmeyi reddetmişti. Hayatında
tamamlamak istediği şeyler vardı, hedefleri vardı. Bunlar için, sevdiği kişi
ile hayatını devam ettirmek için sadece evli bir kadın olması gerekmediğini
düşünüyordu. Onun cezasını da ömür boyu ablamı seveceğini söyleyen o kişi kesmişti.
Gözyaşlarım usulca iki yanağımdan süzüldü. Benim onlara bir borcum vardı.
Yüzümde
sert bir ifade ve kendinden emin bir duruşla ayağa kalktım. Gözlerimi direkt
olarak o kadının gözlerine çevirdim:
“Bir kadının daha ölümünü izlemek için beklemeyeceğim
ben. Bir kadının daha ‘kadın’ olmaktan utanmasını durup izlemeyeceğim.
Annelerimizin ve onların annelerinin bir hayali vardı. Bu hayali durarak
gerçekleştiremeyeceğimizi hepimiz biliyoruz.”
Tünelde büyük bir sessizlik olmuş herkes bana bakmaya başlamıştı.
Yakaladığım sessizlikten yararlanarak devam etmeliydim. Şimdi bunları
söylemezsem bir daha söyleyemeyeceğimden korkuyordum. Yaşımın küçük olması
onları ikna etmemi zorlaştıracaktı. Bu yüzden kendime güvenmeliydim. Sırtımı
dikleştirdim ve sesimi bir miktar yükselttim. Tek tek tünelde tüm kadınların
gözlerinin içine bakarak devam ettim:
“Ben kadın olmanın gururunu yaşamadan ölmek istemiyorum.
O nedenle, işte benim önerim şu: Onları en zayıf anlarında yakalamalıyız, yani
hiç beklemedikleri bir zamanda! Ateşkes ilan edildiğinde onlar da bizim
meydanlardan çekileceğimizi sanacaklar. Saklanıp köşemizden çıkmayacağımızı
düşünecekler!”
“Zaten planladığımız da bu, değil mi?!” diye ayağa
fırladı Mirenda.
Sesini ilk kez duyuyordum. İlk defa gözlerinin parıldadığını
görüyordum. Bana bakıp hafifçe gülümsedi ve tekrar o kararlı haline bürünerek
devam etti:
“Bir şeyleri değiştirmek isteyerek ama sadece kaçıp
saklanarak geçirmedik mi bunca zamanımızı? Meydanlardaki kadınlar öldürülüyor
diye korkudan saklanmadık mı buralara? Biz durdukça farklı bir sonumuz olacak
mı sanıyorsunuz!”
Sanki bir şarkı söylemeye başlamıştık birlikte. Bir umut
şarkısı… Onun bıraktığı yerden devam ettim:
“O gün, o meydanda herkese ihtiyacımız olacak. Her bir
kadının meydanlara çıkmasına ihtiyacımız olacak. Ne demek istediğimi anlıyor
musunuz?”
Önce
bir kişi ile başladı, sonra gencinden yaşlısına herkes ayağa kalktı. Azı ile
çoğu ile herkes orada olacaktı. Orada olacaktık.
Ateşkesin ilan edileceği günü
sabırsızlıkla bekledik. Yaralarımızı sarmak, geri çekilmek, dinlenmek için
değil! Bu sefer kontrolü ele almak için bekledik. Orada olacaktık. Biz vardık
çünkü. O an için herkes silahlandı. Herkesin silahı farklıydı. Ben kalemimi
aldım elime, yazacaktım. Durmadan günlerce neler olduğunu yazacak ve anlatacaktım.
Kimisi kitabını aldı, bastırdı göğsüne. Onlar da okuyacaktı, tekrar aynı şeyler
yaşanmasın diye daha fazla okuyacaklardı. Bir başkası diplomasına sıkı sıkı
tutundu. Eğitimi öne çıkaracaktı. Yaptığı işin bir kadın olarak en iyisini yapacaktı.
Hepimizin elinde kendince bir şeyler vardı. Hazırdık. Sabahın ilk ışıkları ile
çıktık tünelimizden. Kahkahalar yankılandı tünelin başından ucuna kadar.
Bağırışlar vardı. Buradayız diyordu her biri. Gitmiyoruz. Kadınız ve varız.
Tünelden çıktığım o ilk an kaldırdım kafamı mavi gökyüzüne. Derin bir nefes
aldım. Başlıyorduk. İleriye doğru bakarken güneş ışıkları gözlerimi
kamaştırıyordu….
………………………………………………………………………………………………......................
Güneşin ilk ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu.Dizime
başını yaslayan ve ışıldayan gözlerle bana bakan kızıma, benim ve diğer
kadınların hayatında neler olduğunu anlatıp duruyordum. Artık uyku öncesi en
sevdiği hikâye haline gelmişti. Hikâyenin sonuna kadar bıkmadan usanmadan
tekrar tekrar dinliyordu. O tünelden çıkışımız hepimizin hayat hikayesinde yeni
bir bölüm olmuştu. Ne zaman bu hikâyeyi dinlese gururla yüzünü bana çevirirdi.
Ona baktığımda o gün oradan meydanlara akın eden tüm kadınları görürdüm.
“İyi ki varız değil mi anne?” diye mırıldandı gözleri
yavaşça uykuya teslim olurken.
Gülümsedim:
“Yaşadığın her gün ve aldığın her nefeste bunu diyebilmen içindi bu mücadele. İyi ki varsın, iyi ki varız.”
BEYZA NUR KILIÇ
Yorumlar
Yorum Gönder